Hristiyan Kilise, Mesih’in Tanrı Olduğunu hep Öğretiyor Muydu?
Yazar: Daniel Stephanus Burger Joubert
“Mesih hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusu çağlar boyunca farklı şekillerde cevaplandı. Hümanistler, O’nun yalnızca insan olduğunu söylerler. Aryusçular, Mesih’in yaratılmış olmasına rağmen insandan daha üstün olduğunu söylerler. Hristiyan Kilise çağlar boyunca bu soruyu tek bir şekilde cevapladı; şöyle ki, Mesih hem Tanrı hem de insandır. Bizim odaklanacağımız unsur, O’nun Tanrılığıdır; böylelikle Hristiyan Kilisenin tutarlı bir şekilde Mesih’in Tanrılığını her zaman öğrettiğini göstereceğiz. Bu inancın Kilise tarafından hep öğretildiği iki şekilde gösterilebilir. Çünkü bir inanç ya terimlerle ifade edilerek ya da zorunlu olarak onu ima eden bir şekilde hareket edilerek ifade edilebilir. Sonuçta, bir inancın dilde ifadesi ile yaşamdaki tutarlı yansıması arasında temel bir fark yoktur.
Öncelikle bu ifadelerden en sonuncusuna bakacağız. Bu inanç, erken dönem Hristiyanların yaşamlarında kendisini nasıl yansıtırdı? Başka bir deyişle, İznik öncesi Kilise bir bütün olarak, yani yoksul, genç, eğitimsiz ve azizlerle, şehitlerden ibaret olan tüm cemaatiyle, İsa Mesih’in gerçekten Tanrı olduğuna inanıyorlar mıydı? Bu soruya Hristiyan Kilisenin tarihsel olarak tek bir cevabı vardır: Kilise’nin, Mesih’in Tanrılığına olan inancı, evrensel olarak hem sözde hem de ibadette sergilenmiştir.
Mesih’in Tanrılığını kabul etmeyen tarikatların ve O’nun hakkında bilgisi olmasına rağmen kararsız tavır takınan bazı kimselerin varlığı, kimileri tarafından kanıt niteliğinde gösterilerek bazı dönemlerde Mesih’in Tanrılığına inanılmadığı iddia edilmektedir. Fakat sunulan kanıtlar bu anlama gelmez. Mesih her yerde Tanrı olarak kabul edilirdi. Erken dönem Kilisesi, Mesih’i yalnızca sevmekle kalmadı, O’na ibadet de etti. Birisi bir zamanlar şöyle demiştir: “Kilise, O’nun muhteşem kişiliğini övgü, dua, ibadet ve teslimiyetle öyle yüceltti ki, Hristiyan olsun olmasın, yaratıcıya inanan herkes, onların bu tutumunu Her Şeye Gücü Yeten Yaratan ile yaratılmış olan arasındaki ilişki olarak nitelendirdi.” Dahası, İsa’ya edilen bu ibadet, kiliselerce asla yeni, duyulmamış veya Tanrı’ya tapmaktan caydırıcı olarak itiraz görmedi. Üstelik, O hiçbir zaman yalnızca bir aziz veya kutsal bir kişi olarak da görülmedi.
İsa’nın bu denli yüceltilmesi, O’nun yeryüzündeki yaşamıyla başladı, göğe alınmasıyla devam etti ve gelecek çağlar için miras olarak kaldı. Yıldızbilimciler, O henüz bebekken O’na tapındılar. Cüzamlı adam O’na, “Ya Rab, istersen beni temiz kılabilirsin” diyerek tapındı. Doğuştan kör olan adam, Tanrı’nın Oğlu’na olan imanını ikrar etti ve O’na ibadet ederek kendi sözlerinin arkasında durdu: “Adam, ’Rab, iman ediyorum!” diyerek İsa’ya tapındı.” Benzer biçimde, İsa’nın göğe alınmasında öğrencileri O’na tapındılar. Mesih göğe alınır alınmaz tüm insanları kendisine çekmeye başladı. Cezbettiği ilgi sadece onun öğretisine onay vermekle kalmıyor aynı zamanda kişiliğine de hayranlık uyandırıyordu. Liddon’un dediği gibi: “Tahta çıkar çıkmaz, Kilisesinin yüreğinden, zaman geçtikçe daha da genişleyen ve derinleşen bir hayranlık dalgası yükseldi.”
Hristiyan Kilisenin ilk günlerinden itibaren Hristiyanlar, “İsa Mesih’i adıyla çağıranlar” olarak biliniyorlardı. İsa’ya dua etmek, özellikle Hristiyan bir tutum olarak görülüyor ve bir adanmışlık unsuru taşıyordu. İstefanos’un son sözleri, İsa’ya duaydı. İsa’nın Baba’ya söylediği sözler, İstefanos tarafından İsa’ya söylendi. İman ettiği zaman Tarsuslu Saul, Mesih’i tek ve gerçek Rab olarak kabul edip teslim oldu. Böylece, elçisel dönemde İsa’ya edilen ibadet, yalnızca Tanrı’ya edilen ibadetti. İsa’ya tapınma [düzeni] çağlar boyunca devam etti ve Kilisenin ruhsal yaşamının ayrılmaz bir parçası oldu.
Erken dönem Kilise babalarına gelecek olursak, onların da İsa’ya tapınmayı, tartışmasız bir gerçek olarak kabul ettiklerini görürüz. İgnatius, Romalı Hristiyanlardan, şehitlik ayrıcalığına erişebilmesi için Mesih’e ayinler düzenlemelerini ister. Yustinus, Hristiyanların yalnızca Tanrı’ya ibadet ettiklerini ancak Oğul’un ve Ruh’un da Baba’yla aynı hürmeti paylaştıklarını dile getirerek imparatora itiraz eder. Clement’in ikinci mektubunda şu sözler yazılmıştır: “Kardeşler, Mesih’i, diri Tanrı’nın [biricik] Oğlu, dirilerin ve ölülerin yargıcı olarak kabul etmeliyiz.” İskenderiyeli Clement, yazılarından birinde şöyle der: “Ey insan, O’na inan! O ki, hem insan hem de Tanrı’dır. Ey insan, O’na inan! O ki, acı çekmiş ve sevilmiş olan diri Tanrı’dır.” Origenes, Hristiyanlara karşı yazılar yazmış olan Celsus’un sözlerini aktarır: “Mesih’e ibadet etmek, son zamanlarda dünyada ortaya çıkmış olan bu kişiye aşırı perestlik, Tanrı’nın birliğine ilişkin Hristiyan doktrini için ölümcül [bir hatadır]. Tüm ilahi izzeti Oğul’a verdikleri halde, nasıl olur da Tanrı’ya karşı geldiklerini düşünmezler?” Mesih’in Tanrı olduğu ve Tanrı gibi yüceltilmesi gerektiği yalnızca inanılan bir şey değildi; O’nun Tanrı olduğu aynı zamanda açık bir şekilde öğretilmekteydi. İznik-Öncesi, İrenaeus’un, Origenes’in, Tertullianus’un, Kartacalı Siprianus’un yazılarında öğretilen “iman kuralları,” dördüncü yüzyılda da görüldüğü gibi temelde, Elçilerin İman Açıklamasıyla hemfikirdir. Hepsi de Hristiyan inancının ana konusu olarak Mesih’in Tanrı-insan karakterini kabul ederler, ancak bu, öğretiler veya mantıksal ifade biçiminde değil, olağan popüler tarzda yapılır. O dönemin vaftiz formülü [veya biçimi], aynı zamanda, Oğul’u Baba ve Ruh ile birleştirmeye yönelik Yeni Antlaşma uygulamasını da kesinlikle muhafaza etmekteydi.
İlahiler her zaman dini hissiyatı ve ibadeti ifade eden popüler araçlardı; dolayısıyla ilahiler, Hristiyanlığın ilk yıllarından beri Mesih’i yüceltmede ve O’na ibadet etmede kutsanmış [araçlardı.] Eusebius, şöyle bir alıntı yapar: “Hristiyanlığın ilk günlerinden beri imanlılar, yani kardeşler tarafından yazılan ilahilerin tümü, Tanrı’nın Sözü olan Mesih’i, O’nun tanrısallığını ilan ederek över.” Erken dönem Kilisesinin ilahilerinden bazıları günümüzde de mevcuttur ve tıpkı eskiden olduğu gibi şimdi de Mesih’in Tanrılığına tanıklık etmektedirler. Bunlardan bazıları, Doğu Kilisesinin her sabah söylediği Gloria in Excelsis, İskenderiyeli Clement’in İlahi Kelam’a yazmış olduğu Tersanctus ilahileridir. İmparatora yazdığı mektupta Plinius şöyle demiştir: “Belirli bir günde Hristiyanların şafaktan önce bir araya geldikleri ve Tanrı olarak Mesih’e bir ilahi söylediği ortaya çıktı.” Bu sadece belirsiz bir rapor değil çapraz sınamada birkaç kişiden alınan kesin bir cevaptır. Mesih’in Tanrı olduğunu öğreten bu ilahilerin değeri, Samsatlı Pavlus’un tutumuyla açıkça görülmektedir. O, Tanrı’nın Oğlu’nun gökten indiğini Kilise ile birlikte kabul etmek istemediği için bu ilahileri kilisesinde yasaklamıştı. Samsatlı Pavlus, Mesih’in sıradan bir insan olduğuna, aşağıdan, yeryüzünden geldiğinde ve ilahi mertebeye yükseldiğine inanıyordu.
Şimdi ise Mesih’e ibadet edip, imparatora ibadet etmeyi reddettikleri için öldürülmüş olan şehitlerin tanıklıklarına bakacağız. Birçok şehidin ölüm feryadı bize Hristiyanların Mesih’e verdiği ilahi izzeti gösterir. Burada iki kişinin duasından birkaç parçaya bakacağız. Afrikalı piskopos Felix şöyle yakarmıştır: “Ya Rab, göğün ve yeryüzünün Tanrısı İsa Mesih, kurban olarak sana boyun eğiyorum, ey ebediyen var olacak olan!” Polikarp, şehit olduğu sırada şöyle haykırır: “Her şey için ey Tanrım, seni, sonsuz ve göksel biricik Oğlun İsa Mesih’i övüyor, takdis ediyor ve yüceltiyorum. Oğul’a, Sana ve Kutsal Ruh’a sonsuzluklar boyunca yücelik olsun.” Birisi bir zamanlar şöyle demişti: “Şehitler böyle dua edip ölmüşlerdi; sesleri, aradan geçen yüzyıllar boyunca bize ulaşıyor, ancak zaman, onların ne ahlaki ihtişamlarını bozabilir ne de güçlü ve basit inançlarının vurgularını zayıflatır.” Şehitlerin İsa’ya ibadet etmeleri, ibadetin en derin unsurlarını içinde barındırır; İsa’nın mutlak tanrısallığına olan inançtan başka hiçbir şey böyle bir ibadeti haklı kılamazdı.
İkinci sırada, Mesih’in Tanrılığına olan bu inancın, erken Kilise tarafından pratik olarak olumsuz eleştiriler ve sapkın öğretilerce saldırıya maruz kaldığında, hem önde gelen liderleri aracılığıyla hem de bütünlüklü Kilisenin konseylerinde nasıl ifade edildiğini göstermek istiyoruz. Mesih’in Tanrılığı öğretisi ilk başta dünyaya barış getirecek türden bir öğreti değildir; ayrılık ve bölünmeye sebep olması kaçınılmazdır. “Bu öğretinin, aileleri, kentleri, ulusları, kıtaları bölmesi kaçınılmazdır ve tüm hakikatlerin Kaynağından inmemiş olsaydı, kışkırttığı karşıtlığın sıcağıyla karşı karşıya kaldığında tamamen çökerdi.” Bu temel öğretinin eklesiyastik gelişiminin Petrus’un ikrarından (Mat. 16:16) “Sen, yaşayan Tanrı’nın Oğlu Mesih’sin” ve Yuhanna’nın beden almış Söz öğretisinden (Yu. 1:14) başladığını söyleyebiliriz: “Söz, insan olup aramızda yaşadı.” Mesih’in ilahi kişiliği ve eylemine ilişkin temel öğreti, Yeni Antlaşma metninde mevcut olsa da mantıksal olarak formüle edilmiş bir dogma biçiminde değil, yaşayan bir gerçek, bir inanç öğesi ve bir güç kaynağı olarak açıklanmıştır. Kilisenin bu gerçeği zihinsel olarak anlaması için derin derin düşünmeye ve zamana ihtiyacı vardı.
Mesih’in kişiliği ile ilgili spekülasyonlar Doğu’da Şehit Yustinus ile başladı, İskenderiyeli Clement ve Origenes ile Batı’da da İrenaeus, Romalı Hipolit ve Tertullianus ile devam etti. Bu [Kilise] babalarının ve Hristiyan dünyanın, müjde yazarlarının ve elçilerin Mesih’in insandan üstün yani beden almış Tanrı olduğu öğretilerinden uzaklaşmaları imkansızdı. Müjdelerde, O’nun beden almasından, günahsızlığından, mucizevi gücünden bahsedilmektedir; Müjdeler, O’nun ezelden var olduğunu ve eski görkemine yeniden kavuştuğunu öğretir. Erken Kilise öğretmenlerinin bu öğretiyle ilgili bir sorunları yoktu. İsa’nın “hem insan hem de Tanrı, doğmuş ve doğmamış, beden almış Tanrı, ölümde yaşam, [hem] Meryem’den doğmuş [hem de] Tanrı’dan doğmuş” olduğunu iddia ettiklerinde bu konuda bir tartışma yoktu. Fakat bu durum kalıcı olmadı. Mesih’in Tanrılığı doktrini bariz bir saldırı altındaydı. Bu doktrini ilk inkar edenler arasında Ebiyonitler, Nasraniler, Artemon’un öğrencileri ve Alogi [grubu] vardı. Bunların en eskisi, Yahudi-Hristiyan Ebiyonitler’dir. Onlara göre İsa, dindarlığından dolayı Tanrı’nın Ruhu’nun vaftiz esnasında indiği ve Mesihlik ünvanının bahşedildiği sıradan bir insandır. Ancak Ebiyonitler bir tarikattı ve beşinci yüzyıldan sonra ortadan kayboldular. Onların bu inkarlarının ve diğer şeylerin yanı sıra ortodoks1 Kilise babaları, yani Hristiyan Kilisenin önderleri, Yuhanna’nın Logos’un beden aldığına dair beyanına karşı çıktılar. Fakat doğal olarak, görüşleri belirsiz ve hatta bazı durumlarda hatalıydı. Ayrıca, teolojideki tarihsel gelişimin seyrinin popüler ifadeden bilimsel açıklamaya doğru olduğunu unutmamalıyız. Onların bireysel anlayışları Kilise’nin uzun ve sancılı çatışma dönemlerinden sonra ekümenik konseylerin ortak dirayeti tarafından yönlendirilen bu titiz skolastik tanımlara ulaşmalarını sağlamak için yeterli değildi. Jerome şöyle diyor: “Belki sadelikte hataya düşmüş veya [yazdıklarını] başka bir anlamda yazmış olabilirler ya da yazıları gitgide beceriksiz katipler tarafından tahrif olmuş olabilir ve kuşkusuz Aryus [henüz] doğmadan önce, sapkınların yanlış beyanlarına açık olan, düşüncesizce açıklamalar yapmışlardı.”
Akılcı2 bir tereddüt, Kilisenin doktrin gelişiminin tüm aşamalarında ona eşlik etti ve üçüncü yüzyılda Kilise bir kez daha Mesih’in ebedi Tanrı olduğu öğretisini desteklemeye çağrıldı. Bu hareket, Samsatlı Pavlus döneminde gelişimini tamamlamış olan akılcı Monarşianizm idi. Bu öğretiye göre Mesih, yeryüzünde doğmuş olan sıradan bir insandı ve insan olarak, sonradan Tanrı olmuştur. Kilise bu öğretiyi kararlılıkla reddetti ve Samsatlı Pavlus’un görüşleri M.S. 269 yılındaki Sinod’da kınandı. Fakat üçüncü yüzyıldaki Monarşianist tartışmalar, dördüncü yüzyılda ortaya çıkacak olan şiddetli Aryusçu çekişmelerin adeta habercisiydi. İznik-Öncesi Hristoloji3 birçok soyutlamadan, intizamsız ifadelerden, belirsiz varsayımlardan ve spekülasyonlardan geçmesine rağmen yine de ana akımında İznik beyanlarına doğru istikrarlı bir şekilde süzüldü ve tam da burada Aryusçu çatışmalar bütün doluluğuyla ortaya çıktı. Kilisenin bu büyük çekişmede savunduğu öğreti teolojik olarak formüle edilmemiş olsa da en başından beri Kilise’nin inanç açıklamasına dahil olan imanında yatıyordu. Kilise doktrinlerini savunanların amacı bazı muhaliflerinin iddia ettiği gibi sadece sözcüklerle ilgili çekişmek değil, imanın hayati noktalarını savunmaktı. Onların başvurduğu kaynaklar her zaman Kutsal Yazılara ve sürekli geleneğe yönelikti. Örneğin, üçüncü yüzyılın başında, o zamanlarda Artemon yanlıları olarak bilinen Üniteryenleri çürütmek için yazılan “Küçük Labirent,” referans olarak Kutsal Yazıları, daha önceki yazıların öğretisini, Hristiyan mezmurlarını ve ilahilerini alır. “Muhtemelen,” diyor, “ilahi Kutsal Yazılar onlar[ın iddialarıyla] çelişmeseydi, iddia ettikleri şey inandırıcı olabilirdi… Irenaeus ve Melito’nun eserlerini ve Mesih’in [hem] Tanrı ve [hem de] insan olarak beyan edildiği diğer eserleri kim bilmez? Sadık kardeşler tarafından yazılan her türlü mezmurlar ve ilahiler, başlangıçtan itibaren Mesih’i Tanrı’nın Sözü olarak över ve tanrısallığını öne sürer.” Aryus’un görüşleri İskenderiye’de toplanan bir konsey tarafından kınandı ancak bu sadece daha büyük bir tartışmaya yol açtı ve kısa süre sonra tüm Hristiyan Kilisesi bu tartışmaya dahil oldu. Konstantin, bireysel çabalarıyla anlaşmazlığı çözmeye çalıştı. Bu [konuda] başarısız olduğunda, sorunu çözmek için tüm Hristiyan dünyasını bir konseyde topladı. Bu [büyük] tartışma, Kilise içerisindeki bazı eğilimleri de ortaya çıkardı ve [dolayısıyla] Kilise’yi resmen onları reddetmeye ve Mesih’in ebedi Tanrılığına olan inancını canlı olarak ilan etmeye zorladı.
Aryusçu sapkınlık, açık bir şekilde Mesih’in Tanrılığını, yani O’nun Baba’yla eşit olduğunu inkar etti ve O’nun madun-tanrı,4 yani Tanrı’dan farklı bir doğaya (heteroousios) sahip olduğunu, zamanın başlangıcından beri var olsa da ezeli olmadığını çünkü O’nun var olmadığı bir zamanın da mevcut olduğunu öğretiyordu. Şöyle ki [Mesih] Tanrı’nın isteğine göre hiçlikten yaratılmış bir kişiydi ve dünyamızı yarattıktan sonra bizim kurtuluşumuz için beden almıştı. Başka bir deyişle Aryusçular, putperestlerden geri kalmayan, yaratığa-tapan insanlardı. Diğer bir grup olan yarı Aryusçular, ortodoks ve Aryusçu görüşler arasında bir orta yolu buldular ve Oğul’un Baba ile özünün “homoiousia” ya da benzerliğini ileri sürdüler. Ortodoks5 inancın babası olan Athanasius ve Kapadokya babaları olan Basileios, Nenizili Gregorios ve Nissalı Gregor, homoousia’yı, yani Oğul ile Baba’nın tek öze sahip olduklarını veya kısaca ifade etmek gerekirse, Mesih’in sonsuz Tanrılığını, Hristiyan dininin köşe taşı olduğunu savundular. Athanasius ve arkadaşlarının tartıştıkları soruyu Harnack aktarıyor: “Yeryüzünde ortaya çıkan ve insanı Tanrı ile birleştiren ilahî varlık, göğü ve yeri yöneten en yüce Varlıkla özdeş midir, yoksa yarı ilahî bir varlık mıdır?” Aryusçuluk tartışmasındaki belirleyici soru buydu.
Kilisenin burada inancı olarak öne sürdüğü beyanın yeni bir şey olmadığını tersine her zaman Kilisenin inancı olduğunu unutmamalıyız. Athanasius, yaptığı doktrinsel savunmada her zaman Kilisenin kollektif tanıklığına başvurmuştur. Piskopos Alexander da onun her zaman “Kilisenin evrensel inancı olan Mesih’in kutsallığından farksız bir şey için mücadele ettiğinin bilincindeydi.” Bu doktrin, 325 yılında İznik ve 381 yılında Konstantinapolis konsillerinde zafer kazandı ve o andan itibaren, çağlar boyunca sınanmış ve dayanmış ve de özünde Hristiyan Kilisesi’nin tüm büyük inanç açıklamalarına dahil edilmiştir. Böylece İznik İnanç Açıklamasında şunlar yazılmıştır: “Bütün çağlardan önce Baba’da olan Tanrı’dan Tanrı, Işıktan Işık, Gerçek Tanrı’dan gerçek Tanrı, kendiliğinden var olan, yaratılmamış, Baba ile aynı özden olan, Tanrı’nın Oğlu tek Rab İsa Mesih’e inanıyoruz. Her şey O’nun aracılığı ile yaratıldı. Biz insanlar ve kurtuluşumuz için göklerden geldi. Kutsal Ruh ve Bakire Meryem’den vücut buldu ve insan oldu.”
Geriye dönüp sonuçlara bakınca ve İznik inanç açıklamasının elçilerle, Müjde yazarlarının öğretisiyle karşılaştırdığımızda, bir entelektüel dönemin dilinin bir diğerinin diline tam olarak eşdeğer bir çevirisi olduğunu görüyoruz. Yeni Antlaşma’da yazılanlar İsa Mesih’in doğanın, insanların, göğün, ruhsal dünyanın ve benzer şeylerin Rabbi olduğunu öğretmektedir. Bu nedenle, İsa Mesih’in Baba ile aynı özden olup olmadığı sorusu ortaya atıldığında, iki seçenekten birinin seçilmesi gerektiği ortaya çıktı. Ya tasdikleyici bir cevap verilmeliydi ya da Yeni Antlaşma öğretileri bir şekilde örtbas edilmeliydi. İznikli babalar, İsa ve elçilerin birinci yüzyılın herkesçe anlaşılabilir üslupta öğrettiklerini yalnızca dördüncü yüzyılın felsefi üslupla tasdiklediler. Onlar, öğretilere kesinlikle bir şey katmadılar. İznik konsili, Mesih’e daha önce sahip olmadığı yeni bir izzet bahşetmedi. Tersine, onlar, yepyeni bir öğreti olan Aryusçuluğa karşı çıktılar. Böylece Kilise, Katolik ortodoksluğun6 sınırlarını tanımladı; daha sonraki ekümenik konsiller, bu kararları onadılar ve uzun bir süre boyunca bu konuda herhangi bir tartışma yaşanmadı. On beş yüzyıllık bir süre boyunca, İsa’nın Tanrılığına inanan çok sayıda gerçek imanlılar, İznik’teki beyana itiraz etmediler. Orta çağdaki kilise, kendisini İznik doktrinini savunmakla sınırladı ve orta çağ boyunca onun tanrısallığına yapılan katı vurgu Reform kiliselerinde de devam etti.
Sonuç olarak, son zamanlarda Mesih’in Tanrılığını şiddetle reddeden iki harekete dikkat çekiyoruz. Bunlar, Kilise’yi bir bütün olarak az etkilemişlerdir. Kilise’nin öğretisi bu açıdan saldırıya maruz kaldığında, İznik Konsilinde ortaya konduğu gibi Mesih’in ebedi Tanrılığını ustalıkla savunan insanlar her zaman olmuştur.
Bu hareketlerin ilki Üniteryenlik’tir ve bu konuda Shedd’in sözleri yeterli olacaktır: “[Bu öğreti] ilk yüzyıllarda ilahiyatçıyı en kapsamlı bilgisini ve en ince düşüncesini kullanmaya zorlamış olan Sabelliyanizm ve Aryusçuluk’tan daha sığ bir hata biçimiydi. Sonuç olarak, Protestan dünyasının çok küçük bir kısmıyla sınırlı kalmıştır ve hala da öyledir. Üniteryanizm, İsa’nın doğasına ve kişiliğine ilişkin, Sabelliyanizm’e ve hatta Aryusçuluk’a bağlı olan bu daha yüce görüşleri benimsemiş olsaydı, daha etkili bir sistem olurdu. Ancak, ikinci ve üçüncü yüzyılların, üçüncü sınıf Üçlü-Birlik karşıtı olup, Mesih’in düşük insani görüşünü yeniden ürettiklerini görüyoruz; Üniteryen İsa, zihni salt insani seviyenin üzerine çıkarabilecek ve dini saygı ve de tapınma duygularını esinleyebilecek hiçbir şeye sahip değildi.”
İkinci hareket, İsa’nın birkaç yaşam hikayesinde, İsa’nın tanrısallığına yapılan dolaylı saldırıdır. Bunlardan yalnızca ikisinden bahsedeceğiz; yani Renan ve Strauss’tan. Strauss, Leben Jesu isimli eserinde, İsa’yı yalnızca “Tanrı ve insanın özdeşliği ve Mesihsel vaadine dayanan insanlığın misyon fikri” olarak tanımlamıştır. Renan, Mesih’in kutsallığını tamamen göz ardı ederek, O’ndan sevimli bir Haham olarak bahsetti. Bu inkarlar büyük tepkilere yol açtı. Neander, Ebrard, Lange gibi kişiler, bu noktada Hristiyan iman ikrarının doğruluğunu ustalıkla savundular. Ancak Hristiyan Kilisesi’ndeki büyük kalabalıklar bu saldırılardan etkilenmedi; bu saldırılar, Mesih’i Kurtarıcı olarak kabul etmiş kimselerin inançlarını ve Petrus’un “Sen, yaşayan Tanrı’nın Oğlu Mesih’sin” sözlerini daha çok sevmelerini sağladılar.
Zaman bizden, aynı şekilde Müjde sisteminin temeli olan Kilise’nin bu temel gerçeklerinin güçlü bir şekilde yeniden tasdik edilmesini talep ediyor. John Stock’un sözleriyle yazımıza son veriyoruz: “Strauss’un Leben Jesu’sunun, Renan’ın Vie de Jesus’unun gerçek dışı ve romantik olmayan Mesih’inin ve hatta Ecce Homo’daki yalnızca insan olan Mesih, dünyada herhangi bir kurtarış eylemi gerçekleştiremez. Böyle bir Mesih, düşmüş insan doğasının özlemlerini karşılamaz. Böyle bir Mesih’in, ‘İnsan ile Tanrı nasıl barışır?’ sorusuna verecek cevabı yoktur ve insanın ahlaki güçlerinin yenilenmesi için hiçbir etkili veya yeterli aracı sağlamaz. Üstelik bu fikir, Tanrı’yı, bizim anlayabileceğimiz düzeye de getirmez. Böyle bir Mesih, Sokrates, Platon, Milton ya da Shakespeare gibi eleştirebileceğimiz ve hayran olabileceğimiz birisidir fakat kurtuluşumuz konusunda O’na güvenemeyiz, O’nu tüm kalbimizle sevemeyiz, tüm varlığımızla O’na hürmetlerimizi sunamayız zira böyle yapmak putperestlik olur. Tek kurtarma gücü, verdiği mükemmel ahlaki ilkelerde ve yaşadığı saf yaşamda bulunan, kanı, Yahve’nin ahlaki yönetiminde hiçbir kurban kefaret veya gazap-yatıştırıcı güce sahip olmayan, yalnızca bir şehidin şahit olduğu üstün bir ahlak sistemine sahip olan, artık Tanrı-insan değil sadece bir insan olan sözde kurtarıcı, dört Müjde’nin veya Pavlus’un veya Petrus’un veya Yuhanna’nın Kurtarıcısı değildir. Tanrı’nın Kilisesi, zaferlerini böyle bir Mesih’in sancağı altında elde etmemiştir. Yeni Antlaşma’nın, erken Kilisenin, Hristiyan aleminin Mesih’i, gücüyle dünyada devrim yaratan ve onu bugünkü düzeyine yükselten ve rehberliğinde, Tanrı’nın kurtardığı kutsal orduların ilerlediği, batıla ve günaha karşı daha büyük zaferlere ilerleyeceği Mesih, O’nun aracılığıyla Tanrı’ya gelen herkesi sonuna kadar kurtarmaya gücü yeten, doğamızda ‘Tanrı bizimle’ olan Immanuel’dir.”
Ç.N. Burada kulanılmış olan “ortodoks” kelimesi mezhepsel anlam taşımamaktadır.
rasyonel
Mesihbilimi
Ç.N. İngilizcedeki ifade Subordinate divinity olup, Türkçedeki en uygun karşılığı madundur. Madun, Arapça bir kelime olup Osmanlı döneminde de kullanılmaktaydı. Madun, “Alt aşamada bulunan,” “Aşağı” ve “Ast” anlamına gelmektedir.
Ç.N. Burada kulanılmış olan “ortodoks” kelimesi mezhepsel anlam taşımamaktadır.
Ç.N. Bu cümledeki “Katolik” ve “ortodoksluk” terimleri, kesinlikle mezhepsel bir anlam taşımamaktadır. Burada “Katolik” kelimesi Evrensel anlamda kullanılmış olup, orijinal metne sadık kalınması adına “Katolik” olarak kullanılmıştır. Aynı durum “ortodoksluk” için de geçerlidir. Zira burada kullanılmış olan “ortodoksluk” ifadesi, doğru öğreti anlamına gelmektedir.