Birinci Makale

Yazar: William Arthur Motter

İsa’nın tanrılığını öğretip öğretmediği sorusu tamamen tarihsel bir sorudur ve tarihsel bir araştırma yaklaşımıyla ele alınmalıdır. Kanıtları incelemeli ve dürüst bir araştırma temelinde sonuçlara varmalıyız. Bu soruya açık bir zihinle yaklaşmalıyız. Başlangıçta İsa’nın Tanrı olmadığına karar vermek, soruya sonuçlarımızı etkileyecek bir önyargıyla yaklaşmak demektir. Öte yandan vardığımız sonuçlar, ele aldığımız kayıtların esinlenmiş ve dolayısıyla yanılmaz olduğu gerçeğiyle uyumlu halde olmalıdır. Bu tür kanıtlara diğer tüm tarihsel kanıtlara yaklaştığımız gibi yaklaşmalı ve buna uygun biçimde değerlendirmeliyiz.

Üzerinde durduğumuz soru çok önemli bir sorudur. Hristiyan Kilisesi’nin en başından beri İsa Mesih’in tanrılığına inandığını daha önce görmüştük. Ayrıca Kilise’nin İsa’yı kendi tanrılığını öğretiyor olarak tarif ettiğini de gördük. O halde, İsa’nın Tanrı olup olmadığı sorusundan ayrı olarak, eğer İsa’nın tanrılığını öğrettiğini gösterebilirsek, erken Kilise’nin inancı ve öğretisi için bir açıklamamız olur; ama eğer İsa tanrılığını öğretmediyse, o zaman Hristiyan Kilisesi’nin İsa’sı gerçek İsa değildir ve Mesih’in Kilisesi on dokuz yüzyıldır büyük bir yanılsama içerisinde var olmaktadır.

“İsa, kendisinin Tanrı olduğunu öğretti mi?” sorusuna verilecek bir yanıt bizi yeryüzünde yaşamış ve konuşmuş olan Mesih’e geri götürmelidir. Bu nedenle iki meseleyi ele alacağız: deliller ve delillerin güvenilirliği.

Delillerin incelenmesi, ilk olarak, Mesih’in yaşamı ve öğretisine ilişkin tek bilgi kaynağımızın ilk Hristiyan Kilisesi’nin literatürü, yani dört kanonik İncil’de bulunan İsa’nın anlatıları olduğunu ortaya koymaktadır.

İkinci olarak, bu dört İncil’in ne yazdıklarının farkında olacak durumda olan kişiler tarafından yazıldığını öğreniyoruz. Bu belgelerden ikisi, Matta’ya göre İncil ve Yuhanna’ya göre İncil, Mesih’in halka açık hizmetinin büyük bir bölümünde yol arkadaşları olduğu bilinen adamlardan gelir. Bu adamlar, kendi gözleriyle tanık oldukları Mesih’in yaşamındaki olayları doğru bir şekilde aktarabilecek ve kendi kulaklarıyla duydukları sözleri kaydedebilecek konumda olan adamlardır. İkinci İncil’in yazarı Markos’un, kendisi de bir görgü tanığı olan ve Mesih’in izleyicileri arasında öncü bir rol oynayan Petrus’un yol arkadaşı olduğu bilinmektedir. Üçüncü Müjde’nin yazarı Luka’ya gelince ise onun Pavlus’un arkadaşı olan eğitimli bir Yunan doktor olduğunu biliyoruz. Luka İncil’inin üzerine yapılan bir çalışma, uzmanları, onun dikkatli ve doğru bir tarihçi olduğuna ikna etmiştir ve yazmış olduğu İncil’inin önsözünde belirttiği gibi, İncil’de yazmış olduğu bilgileri “başlangıçtan beri bu olayların görgü tanığı ve Tanrı sözünün hizmetkârı” olan kimselerden topladığını söylediği gerçeğinden şüphe etmek için pek az nedenimiz vardır. “Ben de bütün bu olayları ta başından özenle araştırmış biri olarak” diyor, “bunları sana sırasıyla yazmayı uygun gördüm.” Bu durumda, İsa Mesih’in yaşamını ve öğretilerini bizim için kaydedip aktardıklarını iddia eden kişilerin nitelikleri böyleydi. Daha önceki yazılardan, bu kayıtların İsa’nın tanrılığını sadece imalı ifadelerle değil, açık ve anlaşılır bir şekilde, pek çok kelimeyle -birkaç münferit pasajda değil- özgün ve belirgin bir şekilde tekrar tekrar öğrettiğini gördük.

Üçüncü olarak bu kayıtların bizi, kaydettiklerini ileri sürdükleri olaylara yakın bir geçmişe götürdüğünü görüyoruz. En erken tarihlere dayanan İsa tanıklığını ararken, birinci yüzyılın sonlarına doğru gelen Yuhanna İncili’ni şimdilik göz ardı edebilir ve dikkatimizi Mesih’in öğretilerine dair günümüze ulaşan en eski tanığımız olan Sinoptistlere verebiliriz. Sinoptik İnciller’in M.S. 80’den önce yazıldıkları genellikle kabul edilir; şöyle ki Sinoptiklerin, M.S. 70’te Yeruşalim’in düşüşünden önce yazıldıklarından şüphe etmek için çok az nedenimiz vardır. Ancak bu iki tarihten daha geç olanı kabul etsek bile, kanıtlar bizi Mesih’in ölümünden elli yıl öncesine, kaydettikleri olayların ya görgü tanığı ya da çağdaşı olan kişilere götürür. Bu, İncillerin, Mesih’in yaşamının ve öğretisinin dünyada hala yeni olduğu bir zamanda yazıldığı anlamına gelir; kaydedilen gerçekler doğru olmasaydı, Mesih’in iddialarına karşı çok sert olan Yahudi dünyası tarafından çürütüleceğine inanmak için her türlü sebebe sahibiz. Örneğin, meselemizle doğrudan ilgili bir örneği ele alacak olursak, İncil kayıtları bize İsa’nın Sanhedrin (Yüksek Kurul) önünde Tanrı’nın Oğlu olduğunu ileri sürdüğü için mahkûm edildiğini söyler. Burada kolayca çürütülebilecek ve doğru olmasaydı çürütüleceğine inanmak için her türlü nedene sahip olduğumuz bir gerçeğin kaydı bulunmaktadır.

O halde bunlar, tarih öğrencisine veri sağlayan, İsa’nın kendi tanrılığını öğrettiğini açıkça gösteren belgelerdir. Bu belgelerin İsa’yı temsil etmesi karşısında şu soruyu sorarız: İsa’nın kendisinin Tanrı olduğunu öğrettiğine inanabilir miyiz? Sorumuz daha büyük bir sorunun, Müjde kayıtlarının güvenilirliğinin küçük bir parçası olarak ortaya çıkmaktadır. Mesih’in öğretisi O’nun yaşamından ayrı tutulamaz. O’nun sözleri Müjde anlatısının ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu ilişki o kadar yakındır ki, sözlerinin ve eylemlerinin kaydı birlikte ayakta kalır ya da birlikte düşer. Müjde kayıtlarında bulduğumuz Mesih portresine güvenebilir miyiz? Müjdeler gerçek İsa’yı temsil ediyor mu? İsa, ilk takipçilerinin zihninde sahip olduğu yüksek mertebeyi kendisi için talep etti mi? Söyledikleri gibi, Tanrı olduğunu iddia etti mi?

Liberal ilahiyat bugün bize Hristiyanlığın Pavlus tarafından kurulduğunu, Pavlus’un, Mesih’in getirdiği Krallık mesajını, yani “Tanrı’nın Babalığı ve İnsanların Kardeşliği” mesajını, Tanrı olarak kabul edilen bir Mesih’in kişiliğinde merkezlenen bir mesaja dönüştürdüğünü söylemektedir. Çoğunlukla İncillerden daha eski tarihe dayanan Pavlus’un Mektuplarını incelediğinizde, Tanrı’nın Oğlu Mesih’in ölümünü, dirilişini ve kefaretini merkez alan bir Hristiyanlığa sahip olursunuz. İsa’nın öğretisini araştırdığınızda ise bunun şaşırtıcı bir şekilde eksik olduğunu görürsünüz. Erken Kilise’nin Mesih’in tanrılığına güçlü bir inançla ortaya çıktığını görüyoruz. Belki de İncil kayıtlarından önce gelen bu inanç, Mesih’in yaşamına dahil edilmiş ve ilk takipçilerinin bize İncillerde verdiği portreyi renklendirmiştir. Eğer bu doğruysa, o zaman biz gerçek İsa’ya geri dönmek istiyoruz.

Liberal ilahiyat bize erken dönemde yaşamış İsa’nın insani bir İsa olduğunu, yani Tanrı olan İsa’nın Kilise’nin bir ürünü olduğunu söyler. Eğer bu doğruysa, o zaman tanrılığını öğreten İsa da Kilise’nin bir ürünü müdür? Jiilicher şöyle der: “En eski geleneğin bile ilk yorumcuların önyargılarından arınmış olduğu varsayılamaz.” “Şu anda elimizde bulunan kaynaklar,” diyor Wernle, “değiştirilme ve tahrif edilme olasılığından muaf değildir. Kırk yıl boyunca geliştiği şekliyle Hristiyanların inancını temsil etmektedirler.” Johannes Weiss bize Markos İncili’nin incelenmesinin İsa’nın iki resmini ortaya çıkardığını söyler: biri onu tamamen insan olarak, diğeri ise her şeyin mümkün olduğu bir Tanrı olarak temsil eder; ve liberal okulun kendine özgü önyargısıyla, bize insan İsa’nın daha önceki, gerçek İsa olduğunu söyler: “Tanrı olan İsa Kilise’nin ürünüdür.” Wrede bize İsa’nın Mesih olmadığını ve olmak istemediğini, ancak dirilişten sonra havarilerin O’nun Tanrı olduğuna inanmaya başladıklarını ve bu nedenle ilk başta sadece gizli bir şekilde de olsa Mesihliğini öğretmiş olması gerektiği sonucuna vardıklarını söyler. Bu nedenle Wrede, en eski İncil olarak kabul edilen Markos İncili’nde, İsa’yı tanrılığını öğretiyormuş gibi gösterme eğiliminin başlangıcını bulur. Buna göre aşağıdaki gibi ifadelerle karşılaşırız: “Cinlerin konuşmasına izin vermiyordu.” (1:34); “İsa, ‘Bunu kimse bilmesin’ diyerek onları sıkı sıkıya uyardı” (5:43). Ayrıca Filipus Sezariyesi’ndeki büyük ikrardan sonra, “bu konuda kimseye bir şey söylememeleri için onları uyardı” (8:30). Bu, İsa’nın Mesihliğini açıkça öğretirken tasvir edildiği dördüncü İncil’de doruğa ulaştığını gördüğümüz eğilimin sadece başlangıcıdır.

Eğer liberal ilahiyatçıların teorisi doğruysa o zaman Mesih’in kendisiyle ilgili sözlerini arayan tarihçiler olarak bizim görevimiz, geç dönem unsurunu (veya efsanevi unsuru), yani Kilise’nin Mesih’in yaşamını tersten okuduğu unsuru, erken dönemdeki İsa’dan, insan İsa’dan ayırmaktır. Erken dönemdeki İsa’yı iki farklı çizgide arayabiliriz. Belgeler üzerinde edebi bir çalışma yaparak mevcut belgelerin gerisine gitmeye ve böylece daha eski bir İsa bulmaya çalışabiliriz ya da bazı öznel testlerle doğruyu yanlıştan ayırmaya ve böylece gerçek bir İsa’ya ulaşmaya çalışabiliriz.

İncillerin edebi bir incelemesini ele aldığımızda üç Sinoptist’in birbiriyle yakından ilişkili olduğunu ve bunların arkasında daha da eski kaynakların bulunduğunu görürüz. Günümüzde eleştirel okullar genellikle iki primitif kaynak üzerinde hemfikirdirler. Birincisi, genellikle Ur-Markus olarak adlandırılan, şimdiki Markos’un arkasında yatan (ya da bazılarına göre şimdiki Markos’la aynı olan) ve Matta ve Luka tarafından neredeyse tamamen devralınan kaynaktır. Bunun yanı sıra, genellikle Logia kaynağı olarak adlandırılan ve Markos’ta bulunmayan, ancak Matta ve Luka’da ortak olan pasajların izlendiği ikinci bir kaynak vardır. Bunun Matta’nın Aramice orijinal İncil’i olduğuna inanılır. Bu kaynakların gerçekten var olduğunu ve Sinoptistlerin bunları kullandığını kabul edecek olursak doğal olarak bunların alıntılandığı kaynakları temsil etmelerini bekleriz. Şayet durum buysa, o zaman elimizdeki İncillerin içinde bizi Mesih’in yaşamına “bir edebi kuşak” daha yaklaştıran parçalar vardır. O zaman dikkatimizi bu primitif kaynakların İncillere yerleştirilmiş parçalarına, yani Ur-Markus’un temsilcisi olarak Markos’ta bulunan ve Matta ve Luka’da ortak olan kısımlara ve de Logia kaynağının temsilcisi olarak her ikisinde de ortak olan ancak Markos’ta bulunmayan kısımlara verdiğimizde ne görürüz? Yaşamı ve öğretileri tüm İncillerin tasviriyle birebir örtüşen bir İsa portresi görürüz. Bu parçalarda daha az ilahi olarak kabul edilen ya da tanrılığını öğretmeyen bir İsa’ya dair hiçbir kanıt bulamıyoruz. Edebi eleştirinin bizi götürebildiği kadarıyla karşımıza sadece tek bir İsa; hem kendisini Tanrı olarak gören hem de kendi tanrılığını öğreten bir İsa çıkıyor.

Dolayısıyla edebi eleştiri tanrılığını öğretmeyen bir İsa’yı ortaya çıkarmakta başarısız olur. İnciller’deki efsanevi ve hayali unsurları gerçek olandan ayırma çabasındaki tarihsel eleştirinin sonuçlarını henüz takip etmedik. Tarih öğrencisinin şu anda karşı karşıya olduğu en büyük sorun doğru olanın dışındaki her şeyi eleyebileceği yeterli bir test bulmaktır. Peki, bu ölçüt ne olmalıdır? Harnack şöyle der: “Kimin iyi bir gözü ve gerçekten yüce olana dair gerçek bir duygusu varsa, onu görebilmeli ve çekirdek ile geçici kabuğu birbirinden ayırt edebilmelidir.” Pfleiderer “Sağlıklı gözler”den bahseder. Bousset, “Psikolojik olarak anlaşılabilir mi?” diye sorar. Bir başkası da “icat edilemeyen şey” diye ekler. İşte tam da burada sözde tarihsel eleştirilerimizin çoğu başarısızlığa uğramıştır. Liberal ilahiyatçılar bu soruya, gerçek İsa’nın yalnızca sıradan bir insan olduğuna dair zihinlerinde çoktan oluşturdukları bir düşünceyle yaklaşmışlardır. Gerçek İsa’yı bulmak için sadece ilahi unsurun ortadan kaldırılabileceği bir standarda ihtiyaçları vardır. Başlangıçta İsa’nın Tanrı olmadığına ikna olduktan sonra bize İsa’nın takipçileri tarafından tanrılaştırıldığını söylerler. “Eğer gerçek İsa’yı bulmak istiyorsanız,” diyor Schmiedel, “İncillerde tapınma fikriyle çelişmeyen her şeyi reddedin ve geriye ne kalır? İlk aşamada, beş ya da muhtemelen dokuz pasaj, İncil tasvirindeki, açıklaması mümkün olmayan bir İsa’yı, yani Tanrılığı hakkında hiçbir şey söylemeyen bir İsa’yı önümüzde tutmaktadır.”

Sorumuza doğru ve önyargısız bir şekilde yaklaşmak için en azından İsa’nın Tanrı olduğu ve tanrılığını öğrettiği ihtimalini kabul etmeye istekli olmalıyız. Böyle bir ihtimali kabul ederek yola koyulduğumuzu varsayalım, Schmiedel’in ölçütü hemen saf dışı bırakılmalıdır çünkü tam da konumuzla ilgili olan noktayı içermektedir. Bize Mesih’in takipçilerinin O’na tapındığını söyler; fakat Mesih’in gerçekten Tanrı olduğunu varsayacak olursa, o zaman O’na tapınmak yanlış mı olur ya da Tanrı olan Mesih’e Tanrı olarak tapınıldığı için Müjde kaydı daha mı doğru olur? Johannes Weiss, Markos İncili’nde iki farklı Mesih tasviri bulur: insan Mesih ve Tanrı Mesih. Weiss, Mesih’in Tanrı olduğuna inanmadığı için insan Mesih’e tutunur ve tanrılaştırılmış Mesih’i bir kenara atar. Ancak İsa’nın Kilise’nin her zaman inandığı gibi hem Tanrı hem de insan olduğunu varsayacak olursak, o zaman Weiss’ın ölçütü bir kenara atılmalıdır. Hiçbir zaman Tanrı olan bir İsa olmadığına dair zihninizde bir kanı oluştuğunda tarihsel eleştiri sadece tek bir sonuç verebilir ve o da şudur: Tanrılığını öğretmeyen bir İsa. Kalthoff’un ifadesiyle, başlangıçta zihnini bu yönde kuran kişi, “Mesih’in sözlerinden sadece tarihsel olarak neyin mümkün olduğuna dair önyargılı fikirlerine göre kullanabileceği kadarını bırakır. Her türlü tarihsel kesinlikten yoksun olan İsa’nın adı, her ilahiyatçının kendi düşünce ve fikirlerini içine döktüğü boş bir kap haline gelir.”

Liberal ilahiyat, insan olan bir İsa ile başlar, ancak liberal ilahiyatın insan İsa’sı tüm gerçekleri açıklamasız bırakır. İsa’nın sadece bir insan olduğunu kabul edersek, Müjde’yi nasıl açıklayabiliriz? Eğer İsa sadece bir insansa, o zaman İncilimiz bir efsanedir ve gerçek İsa’ya geri dönmenin bir yolu yoktur. Eğer İncil bir efsaneyse, eğer Kilise Tanrı olan Mesih’i icat ettiyse, O’nun tanrılığını öğrettiği sözlerini de icat etmiş olmalıdır. Eğer bu doğruysa, erken Kilise’nin inancını nasıl açıklayacağız? İsa’nın ilahi olup olmadığı gerçeğinden ayrı olarak, Kilise’nin onun tanrılığına olan inancını ya da eğer öğretmediyse, tanrılığını öğrettiği gerçeğini açıklayamayız. Liberal eleştirinin vardığı sonuçlar gerçeklerle uyumlu değildir. Liberal eleştiri son sözünü söyledikten sonra elimizde İsa’nın kendi tanrılığını öğrettiği bir İncil vardır ve bu İncil açıklanmalıdır. Eğer Mesih tanrılığını öğretmediyse, o zaman O’nu hem Tanrı hem de tanrılığını öğreten olarak temsil eden Müjde, kaydettiği yaşamdan daha harika ve açıklaması daha zordur.

Müjde’deki gerçeklerin bir açıklamaya ihtiyacı vardır. İki şeyden birini yapmalıyız: ya Müjde’yi tarihsel olarak kabul etmeli ya da tüm kayıtlardan vazgeçmeliyiz. Ancak ikinci alternatif gerekli değildir. Dr. Denney, “İncillerde İsa’ya tapan hiç kimsenin uyduramayacağı, Müjdeciler için veri olan ve tarihsel saymakta güvende olduğumuz pasajlar olduğunu görmek, tarihçiler olarak bize güven verir” diye belirtir. Jesus and the Gospel adlı eserinin büyük bir bölümünü bu soruna ayırmıştır. Eleştirmenlerin İncillerin içinde buldukları ve İsa’nın en eski tasvirleri olarak tanımladıkları belgelere geri dönerek, İsa’nın takipçileri tarafından uydurulmuş olması mümkün olmayan, İsa’nın, tanrılığının bilincinde olarak ya da tanrılığını öğretirken tasvir edildiği pasajları araştırır. Başlangıçta bize şunu hatırlatır: “Savın gücü tek bir pasaja değil, bütünün kümülatif etkisine bağlıdır.” Soruya açık bir zihinle yaklaşan tarih öğrencisi için aktardığı sayısız pasaj, İsa’nın Tanrı olup olmadığına bakılmaksızın, kendisini Tanrı olarak gördüğünün ve kendi tanrılığını öğrettiğinin kesin kanıtıdır.

Sonuç olarak, Profesör Gwatkin’in sözlerini dikkate alalım: “Nasıralı İsa hakkında kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa o da sürekli olarak Tanrı’nın Oğlu, İnsanlığın Kurtarıcısı ve gelecek dünyanın Hükümdarı olduğunu iddia ettiğidir ve bu iddiaya göre İncil ayakta durur ya da düşer.”