İkinci Makale

Yazar: William Nicol

Bu soru şimdi bizi tartışmamızda bir adım daha geriye götürmektedir. İlk makale çifti Hristiyan Kilisesi’nin şu anda Mesih’in tanrılığını öğrettiğini ve her zaman da öğretmekte olduğu, bunun Yeni Antlaşma’nın da öğretisi olduğu ön kabulüne dayanarak göstermiştir. İkinci makale çifti daha sonra bu önceden varsayılan öğretiyi araştırmaya devam etmiş ve tüm Yeni Antlaşma yazarlarının gerçekten Mesih’in tanrılığını öğrettiklerini göstermiş ve İsa’nın bu öğretiyi gerçekten dile getirdiğini varsaymışlardır. Şimdi sorumuz bu varsayımı ele almakta ve Yeni Antlaşma yazarlarının öğretisinin, İsa’nın kendisinin tanrılığını öğretmesi gibi tarihsel bir gerçek üzerine mi kurulduğunu yoksa öğretilerinin daha sonra başka nedenlerden kaynaklanıp kaynaklanmadığını sormaktadır. Bağlantıyı göstermek için biraz öngörüde bulunursak bir sonraki ve son makalenin yine bunun arkasına geçmesi ve İsa’nın tanrılığını öğrettiğini kabul ederek bunu yapmakta haklı olup olmadığını ve de olayda bir aldatma ya da kendini kandırma olup olmadığını sorması gerekeceğini söyleyebiliriz.

Sizce bir tarihçi, bin dokuz yüz yıl önce, doğru ya da yanlış, kendi tanrılığını öğreten bir adamın yaşadığı gerçeğini sağlam tarihsel ilkelere dayandırmak için ne kadar kanıta ihtiyaç duyar? Bazı insanlar beş duyularından başka bir şeyle çalışmak istemiyor gibi görünüyor ve bizden kanıtlamamız gereken şeyi kesin olarak gösterecek şekilde bu duyulara hitap edecek olgular ya da daha doğrusu nesneler sunmamızı istiyor. Eğer talebiniz buysa, bu görevde hiçbir yere varamayız çünkü herhangi bir tarihsel araştırma sisteminin ulaşamayacağı bir şey istiyorsunuz demektir.

Bununla birlikte, bu imtiyazı tanırken sizin kanıtlama temelinizde tarihin tüm geçmiş olgularının çürütüleceğini ya da en azından böyle bir olguyu güvenli bir şekilde ortaya koymanın imkansız hale geleceğini belirtmek isterim. Gerçek olmadığını kanıtlamak için gösterdiğiniz tüm çabalar başarısız olduktan sonra kayıtlı tanıklıklardan yararlanmayı reddederseniz o zaman sizin için artık tarih diye bir şey kalmayacaktır. O halde, anısına dikilmiş bir anıt gördüğünüz için bir adamın yaşamış olması gerektiğini kabul etmenin bir faydası yoktur çünkü sahte bir anıtın dikilme ihtimali, sahte bir kitabın yayınlanma ihtimali kadar yüksektir. Bu durumda Napolyon’un yaşadığını bile kanıtlayamazsınız ve bazı insanlar atalarından yani kendileri doğmadan önce ölenler hakkında ciddi şüpheye düşerler. Öyle görünüyor ki, bir fotoğrafın son derece güncel yeminli ifadesinin bile pek bir değeri olmayacaktır. Kısa bir süre önce gazetelerde, Şikago’lu Bay Gompers’in, bu kentteki sosyalist bir toplantıda konuşma yaparken ABD bayrağının üzerinde durmakla suçlandığını fark etmişsinizdir. Bu suçlamayı kanıtlamak için Bay Gompers’ın ayaklarını bayrağın üzerine koyarak adamlarına seslendiği bir fotoğraf yayınlandı. Bu durum çok ciddi görünmektedir ancak hayır, Bay Gompers’ın avukatı uzman bir fotoğrafçı bularak fotoğrafın sahte olduğunu kanıtlar ve Bay Gompers kurtulur.

O halde böyle bir temel üzerinde ve bu taleplerle tarihsel bir araştırma yürütmenin ne adil ne de mümkün olduğu görülmektedir. Tarihsel planımızı açık ve bariz bir biçimde belirtmeden önce elimizdeki verileri incelemek hakkımızdır ve bu bizim görevimizdir. Fakat eğer bir şey başarmak istiyorsak başkalarına bir miktar güvenmek ve onların daha iyi tespit etme fırsatına sahip oldukları anlamak ve bizler için kaydettikleri gerçeklerden faydalanmak zorundayız. Zorluk, dikkatlerini Mesih’in kişiliğine yönelten bazı kişilerin önceden neyin olabileceği ve neyin olamayacağı konusunda karar vermiş olmalarından kaynaklanıyor gibi görünmektedir. Böyle bir öğrenci, Mesih’in tanrılığına evrensel olarak inanan ve geniş bir alana yayılmış bir topluluk olan Hristiyan Kilisesi gerçeğiyle karşılaştığında ilk başta bu batıl inanç parçasının sonradan ithal edilmiş olması gerektiğine karar verir. Ancak kişi daha fazla araştırma yaptığında, bunun yüzyıllardır Kilise’de yaygın olduğunu ve hala Yeni Antlaşma’nın öğretisi üzerine kurulduğunun varsayıldığını görür. Bunun üzerine dikkatini bu yazılara yönelterek, bu yazıların gerçekten böyle bir öğretiye bağlı olmadıklarını keşfetme umuduna kapılır. O zaman bu da başarısızlıkla sonuçlanır ve araştırmacı bunu bir kenara bırakır ve hatanın temsilin yorumlanmasında değil, altta yatan gerçeklerde olduğu sonucuna varır. Şimdi son seçeneğiyle karşı karşıyadır ve bir karar vermek zorundadır: ya kayıtların İsa’nın öğrettikleriyle farklılık gösterdiğini kabul etmeli -ki bu durumda İsa’nın, tanrılığını asla öğretmediği sonucu çıkar- ya da İsa’nın kişinin elindeki verilerle farklılık gösterdiğini kabul etmelidir, ki bu durumda İsa, tanrılığını öğretmiştir ve Müjde yazarları tarafından doğru bir şekilde temsil edilmiş demektir. Ancak bu durumda da İsa en yüksek beceriye sahip bir aldatıcı olmalıdır çünkü ne olursa olsun, öğrencimizin kaçınılmaz sonucunun Tanrı’nın aynı zamanda insan olamayacağı savı olduğunu unutmayın. Bu nedenle İsa’nın karakterini, gerçekliğini kurtarmak için O’nun yanlış temsil edildiğini varsaymak zorundadır. Böylece şimdi fikirlerini bu yönde sabitledikten sonra her şeyi böyle bir yanlış temsilin ışığında açıklamaya koyulur.

Örneğin P. W. Schmiedel, araştırmanın izini, M.S. 80’li yıllardaki erken Kilisesinde Mesih’in Tanrı olduğu inancının genel olarak benimsendiğini ve bu inancın Müjde yazarları -İsa ile ilgili tüm çağdaş görüş akımını tamamen bilen adamlar- tarafından kaydedildiğini kabul etmek zorunda kaldığı noktaya kadar takip eder. Şimdi Schmiedel’in bunu kabul ederken o kadar ileri gittiğini düşünebiliriz ki, bizimle birlikte sonuna kadar gitmek ve İsa’nın tanrılığını öğrettiğini de kabul etmek zorunda kalacaktır. Ancak öyle değildir, çünkü Müjde yazarlarının ve onların dayandıkları kişilerin İsa’nın büyüleyici kişiliğinin büyüsüne kapılmış olmaları ve ondan çok şey öğrenmiş olmaları gerçeğinde, Schmiedel onlara neden güvenilmemesi gerektiğinin sebebini sunmaktadır. Şöyle ki İsa’nın yaşamı ve sözlerine ilişkin tetkiki, yalnızca yazarların hayranlığına atfedilemeyecek olanları kullanmaya çalışır. O halde bu durumda, gerçek ile daha sonra ortaya çıkan yanlış arasındaki bağlantı İsa’nın kendisinde değildir çünkü O, kendi tanrılığını öğretmedi. Sorun, Müjde yazarlarının yazılarına ilişkin yaptığımız yanlış yorumda da değildir çünkü hermenötiğimizin genel olarak doğru olduğu kabul edilmektedir. Buradaki asıl sorun, İsa ile iyi bir adamı Tanrı’ya dönüştüren yakın takipçileri arasındaki bağlantıdadır.

Johannes Weiss’ın bakış açısı da bundan farklı değildir. O da İsa’nın karakterini tanrılığı pahasına kurtarmak ister. Yanlış öğretinin merkezini, kendisi Rabbimizi hiç görmemiş ya da en azından O’nun öğretisinin etkisi altında kalmamış olan Pavlus’un din değiştirmesinde bulur. O zaman Pavlus’un din değiştirmesi tamamen doğal bir olay olabilir, Hristiyanlara karşı düşmanca tutumundan kaynaklanmış ve Şam’dakilere zulmetmeye giderken güneş çarpmasına kurban gittiğinde tam tersi bir kişiliğe bürünmüştür. Burada kendisine göründüğünü düşündüğü Mesih’in dirilişine hemen inanan biri haline gelerek daha sonra Hristiyan topluluğunda Mesih’in sadece Tanrı’nın kendisi olduğu anlamına gelecek şekilde tamamen geliştirilen Logos Hristolojisini Hristiyanlığa tanıtan kişi olur. Bu zengin anlamla Weiss, Yuhanna’nın Mesih’in tanrılığından bahsettiğini ancak Pavlus’un kendisinin hala daha düşük bir şeyi kastettiğini, Sinoptistlerin ise akıllarında tamamen insan olmasa bile çok daha fazlası olmayan bir Mesih olduğunu ve bunları yazdıkları dönemde yaygın olan Hristiyanlığın etkisi altında temsillerine sadece ilahi unsurlar eklediklerini kabul eder. Weiss örneğinde bir yandan Mesih’in dürüstlüğünden ve akıl sağlığından şüphe edilmediği diğer yandan da Yeni Antlaşma’da Mesih’in Tanrı olarak temsil edildiği şeklindeki sıradan yorumun doğru olduğu kabul edilmektedir; ancak bu ikisinin arasında yani İsa’nın takipçilerinin ölümünden hemen sonra O’nu düşünmeye başladıkları ve sonuç olarak O’nu konuşuyormuş gibi temsil ettikleri şekilde bir hata olduğu varsayılmaktadır.

Bunlarla birlikte kabaca, İsa’nın yaşamış olduğunu inkar eden ve Yeni Antlaşma Hristiyanlığının gelişimini basit bir efsaneye bağlayan araştırmacı yazar grubunu da sınıflandırabiliriz çünkü bu iddiadan zorunlu olarak O’nun tanrılığını da öğretmediği sonucu çıkmalıdır. Bu konuda Strauss, Drews gibi, Mesih’in temsil ettiği ideal gerçekle, insanın Tanrı’ya yaklaşmasıyla tatmin olan ve O’nun yaşamı ve yaptıklarının tarihsel gerçekliğine ihtiyaç duymayan kişiler tarafından oldukça göz ardı edilmiştir. Bundan tamamen farklı olmayan bir şekilde Dundee’li Anderson, Hibbert Journal’da, anlatının tarihsel kısmının ilgili olduğu bir insan İsa’nın olabileceğini ve büyük olasılıkla olduğunu ancak diğer daha önemli kısımların ondan türetildiğini göstermek istediğinden bahsediyor. Diğer daha önemli kısımlar o zamanlar Roma İmparatorluğu’nda yaygın olan bu görüşlerden birinin mitolojik öğretilerinden elde edildi. Böylelikle, “Yahudi materyalizminin unsurlarını, Yunan felsefesini, ölmekte olan ve dirilen kurtarıcı tanrılara ilişkin Doğu kültlerini ve katledilmiş bir İsa’nın belirsiz ve yetersiz ana hatlarının etrafında yaygın bir biçimde Roma imparatoruna tapınmayı” içeren bir zafer çelengi takmıştı.

Tüm bu farklı görüşleri burada vardıkları sonuçlara göre ele alamayız ancak hepsinin temelde aynı noktaya yani Müjde yazarlarının topyekün olarak İsa’yı tamamen yanlış bir biçimde tanıttığına dikkat çekmek zorundayız.

Bunun mümkün olup olmadığını görmek için tarihsel duruma bakalım. Yetmişli yılların başlarında Hristiyanlar arasında Mesih’in Tanrılığı konusunda evrensel ve çok güçlü bir inanç olduğu hemen anlaşılır ve kabul edilir. Bu eğilim o kadar güçlüdür ki, İsa’nın o dönemle ilgili anlatımlarını yazan üç Sinoptist, anlatıların bu öğretiyle dolup taşmasına izin verirler. Ur-Markus, Logia veya bu İncillerin temelinde yazılar ya da kalıplaşmış gelenek şeklinde yatan her ne varsa, ellili yıllarda bile bu öğretinin zaten yaygın olması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Zira ister Johannes Weiss ve diğerleriyle birlikte bu İncillerin sadece o zamanlar yaygın olan Hristiyanlığı yansıttığını düşünün, ister doğru öğreti yanlılarıyla birlikte bu İncillerin bazı havarilerin İsa’yla ilgili hatıraları olduğunu düşünün her halükarda bu İnciller öylesine hayati ifadeler içerirler ki, Hristiyanlar tarafından tartışılmadan geçmeleri bile onların popüler zihne göre olduklarının yeterli kanıtıdır. İsa her ne yapmış olursa olsun ve hangi nedenle acı çekmiş olursa olsun, yaşamında bir amaç -bizim söylemek istediğimiz büyük bir amaç- olduğunu kabul etmezsek, O’nun karakteri hakkında hiçbir çıkarımda bulunamayız. Bırakalım o sadece bir insan olsun ve bu amaç da basit bir ahlaki ilkenin uygulanmasından ibaret olsun. Şüphesiz bu daha sonra ona atfedilen her şey için bir başlangıç noktası olarak iddia edebileceğimiz en cüzi şeydir.

Diyelim ki Pavlus ya da Müjde yazarları geldiler ve bu insandan öte biri olmayan İsa’nın kişiliğini Tanrı’nın kişiliğine, amacını da basit bir ahlaki ilkeden en yüksek dini ehemmiyete -dünyanın kurtuluşuna- dönüştürdüler. İnsandan Tanrı’ya dönüştürmek diyorum çünkü Weiss, Pavlus’un aracılığından söz ettiğinde, daha az ani görünmesi için gerçek soruyu basitçe tonlamaktadır. Pavlus’un İsa’sı, daha önceki makalelerin de gösterdiği gibi Yuhanna ve Sinoptistlerin İsa’sı gibi gerçek Tanrı’dır. Ayrıca bu muazzam değişiklik kırk yıl içinde yapılmak zorundadır! Üstelik bu değişiklik o kadar eksiksiz bir şekilde yapılmalıdır ki, İnciller bu sürenin sonunda hiçbir şekilde çelişkiye düşmeden bu gerçeği içselleştirebilsinler. Dahası, bu değişiklik ilk olarak İsa’nın sade yaşamını sürdürdüğü ülkede, ikinci olarak da O’nu şahsen tanıyan tüm cemaatlerin yaşamı boyunca gerçekleştirilmelidir. Bunun yapılamayacağını kabul etmek zorundasınız ancak doğaüstüne karşı hisleriniz bir enkarnasyona karşı çıkıyor, tarihsel olarak mümkün olana karşı hisleriniz ise bu radikal değişimi daha da fazla reddediyor. Baur’a kendi sözleriyle cevap veriyoruz: “Gerçekleşmesi mümkün olmayan şey, basitçe gerçekleşmemiştir” ve burada onun söylediğinden daha doğru bir şekilde söylendiğini umuyoruz çünkü burada doğaüstü bir sorun yoktur. Hatta Drews ile birlikte İsa’nın yaşadığını inkâr etmek, eğer kendisi için tanrılık iddiasında bulunmadıysa, ölümünden otuz yıl sonra yaşamasına ve tanrılaştırılmasına izin vermekten daha mantıklı görünmektedir. Bu iddianın doğru mu yanlış mı olduğunu size bırakıyorum fakat en azından olayların sonraki seyrinin böyle olması gerektirdiğini kabul etmelisiniz.

Edebi argümana gelince yukarıda alıntılanan Denney ve Anderson’un çok farklı amaçlarla yaptıkları gibi İsa’nın yaşadığı ve konuştuğu haliyle, İnciller aracılığıyla ve yazarlardan bağımsız olarak temasa geçemeyeceğimizi derhal kabul etmeliyiz. Tüm meseleyi tarihsel ortamdan çıkarırsanız, tarihsel İsa’nın -eğer yaşamışsa- istedikleri gibi davranmasına ve konuşmasına izin verebilecek ve O’na sadece gizli amaçlarına uygun bir karakter ve öz-bilinç yaratabilecek yazarların insafına kaldığını itiraf etmek zorunda kalırsınız. Doğrudan Rabbimizin elinden çıktığını kanıtlayabileceğimiz yazılara sahip olmadığımız sürece, onun bizimle İncillerde olduğundan daha direkt konuştuğunu göremeyiz. İlk yüzyılda yaşamış olan İsa’yla daha yakın temas kurmaya çalıştığımızda bu bizim için araştırmayı zorlaştırabilir ancak liberal ilahiyatçı için birinci yüzyıldaki İsa’yı İncillerde verilen resminden ayırmayı imkansız hale getirir.

Müjde yazarlarının içinde çalıştıkları ortamın İsa’yı tüm insanlara göründüğünden farklı bir şekilde tasvir etmek isteseler dahi engelleneceklerini daha önce görmüştük. Yazarların bizzat kendilerine baktığımızda, Mesih’in kendilerine göründüğü şekliyle gerçek bir tasvirini verme becerileri ve istekleri konusunda yeterince ikna oluruz. Yazarlardan ikisinin O’nu öğrenci olarak izledikleri ve her sözünü hevesle kayda aldıkları varsayılır; dört yazardan üçü Hristiyan dininin sürdürüldüğü elçisel çevreyle bağlantılıdır; Luka, en yüksek tarih algısına sahip bir adamdır, gerçekleri başlangıçtan itibaren tespit etmek için her fırsata sahipti ve o da yeni inancın yayılması işinde etkin bir biçimde çalışmaktadır. Liberaller doğru bir açıklama yapma konusunda bu iddiaların tümünü reddedebilirler ancak İsa’nın yaşamı ve öğretisi hakkında birbirini doğrulayan bu açıklamaları yapan erken Kilise’nin dört önderinin her şeyin tanığı olduklarını kabul etmek zorunda kalacaklardır. Bu anlatılar birbirlerinden çok belirgin farklılıklar göstermektedir; bu farklılıklar kısmen çeşitli noktalara değinen dört yazarın doğalarındaki farklılıklardan, kısmen de İncillerini yazma amaçlarının her zaman aynı olmamasından kaynaklanmaktadır. Oysaki tüm bu çeşitliliğin arasında, Mesih’in kimliğiyle ilgili olarak kendi tanrılığını öğreten ve bunu sözlerinden çok eylemlerinde açıkça gösteren bir şekilde sergilendiği konusunda temel bir uyum vardır.

Yukarıda bahsedilen sahte fotoğraf örneğine dönecek olursam, Bay Gompers bayrağın üzerinde dururken fotoğrafı dört bir yandan çekilmiş olsaydı ve liberal polisin eline geçen bu fotoğraflar aynı sahneyi bu kadar farklı açılardan gösterseydi, sosyalistin işi çok zor olurdu. Hepsinin sahte olduğunu asla kanıtlayamazdı. Müjde yazarları tarafından bize verilen portreler de böyledir. Liberallerle, Müjde yazarlarının bize aynı ortamda aynı eksiksiz adamı verdikleri konusunda hemfikiriz. Ancak şimdi dört yazarın her biri buna tam bir tanrısallık niteliği eklemektedir ve bu dışsal bir bayrak -makam rozeti ya da başka bir şey- olarak değil, ikinci bir doğa olarak, tamamen O’nun kişiliğinde mevcuttur ve bu tanrılık, kişinin tezahüründe insan doğasıyla o kadar mükemmel bir şekilde birleşmiştir ki, bir çocuk ikisini ayırt edebilse de en şiddetli eleştiri onları ayıramaz, parçalayamaz. Bu portreler sahte olabilir mi? Eğer polis bu soruyu farklı uzmanlara yöneltmiş ve onlara söz konusu dört fotoğrafı göstermiş olsaydı ve bu uzmanlar oybirliğiyle bunların sahte olduğu konusunda hemfikir olsalardı ancak uzmanlardan biri fotoğrafın sahte olan kısmının dizlerden aşağı doğru olan kısmı olduğunu söyleseydi, bir diğeri ise sadece ayak bileklerinin bayrakla birleştirildiğini savunsaydı o zaman ortada bir dava olmazdı!

Böylece liberaller doğru ile yanlış arasındaki ayrımı bulmak için Müjde portresinde bir aşağı bir yukarı gitmektedirler. Ne yazık ki, hala ısrarla bunu bulduklarını iddia ediyorlar -hem de her yerde- ancak tam olarak nerede bulduklarına karar veremiyorlar. Ayrıca burada doğaüstü bir fikir birliği olduğundan dolayı, bunu asla itiraf edemeyeceklerdir. Bize göre Müjde yazarlarının, Mesih’in gerçekten Tanrı olup olmadığı sorusunu bile sormadan, ellerinden geldiğince güzel bir portreyi onlara göründüğü gibi verdikleri açıktır.

Tarihsel İsa ile İncillerin Mesih’i arasındaki benzerliği ya da farklılığı kanıtlamanın salt edebi açıdan neredeyse imkansız olduğunu kabul etmiştim. Ancak İnciller’in kendilerinden, yazarlarının hatırladıkları tarihsel gerçekleri doğru bir şekilde iletmeyi amaçladıklarına karar vermemizi teşvik eden birkaç nokta vardır. Yazarlar doğruluk arzusuyla bize İsa’nın anlamadıklarını kabul ettikleri ama mümkün olduğunca tam olarak hatırlamak istedikleri bazı sözlerini aktarırlar. Örneğin, Luka 9:44, 45’te şöyle yazılmıştır: “İnsanoğlu, insanların eline teslim edilecek.” Onlar bu sözü anlamadılar. Sözü kavramasınlar diye anlamı kendilerinden gizlenmişti. Üstelik İsa’ya bu sözle ilgili soru sormaktan korkuyorlardı.” Bu ve buna benzer yarım düzine pasaj, Müjde yazarlarının, kendi zararlarına olsa bile, gerçeğin hiçbir bölümünü değiştirmeme arzusuna sahip olduklarını göstermektedir. Kendi zayıflıklarının ve hatalarının kanıtı olan gerçekleri kaydederler. Bunu mazeret sunmadan ve savunmaya geçmeden yaparlar. Kendilerini bildirilerine kaptırmış olan bu adamlar, çocuklar gibi kurnazca kendilerini kötü duruma düşürecek ayrıntılar verirler. Bu tür olaylara tanıklık etme işinde kendilerini unuttukları için kendi itibarlarını düşünmezler. Bilgisizlikten dolayı İsa’nın kendilerine yönelik azarlamalarını kaydederler: “Demek siz de anlamıyorsunuz, öyle mi?” (Markos 7:18; Matta 15:16). O’nu nasıl yanlış anladıklarını ve ekmek ile balık kullanarak yaptığı mucizesini unuttukları için onları nasıl azarladığını kaydederler. Yakup, Yuhanna ve annelerinin Mesih’in krallığındaki baş köşeyi hırsla istedikleri utanç verici sahneyi bize rahatça anlatırlar. Mesih’in onları nasıl azarladığından bahsederler. İsa’nın tutuklanması sırasında nasıl korkakça kaçtıklarını bile gizlemezler. Petrus en önde gelen elçilerden biriydi, ancak buna rağmen başarısızlıklarından ve hatalarından sıkça bahsedilir. Hepsi de Petrus’un İsa’yı korkunç şekilde inkâr ettiğini bizlere aktarmışlardır. Dirilişten sonra bile anlamakta ne kadar ağır olduklarını anlatırlar ve bu yüzden her yönden itibarlarına zarar verse bile, basit gerçeği kendilerine göründüğü gibi iletirler. Böyle ayrıntılar konusunda bu derece dikkatli olan bu adamların, tartışmakta olduğumuz mesele gibi çok temel bir konuda bizi yanıltmaları bize imkansız görünmektedir.

Eğer İsa’nın kendi tanrılığını öğrettiğini ve İncillerin de bu gerçeği belirttiğini kabul ediyorsak, İsa’nın bunu gerçekten yaptığı sonucuna varmalıyız.